Peygamber kabirlerinin nakli sırasında müşahede edilenler dilden dile nakledildikçe, Diyarbakırlılar kadim tarihi miraslarını yeniden hatırlamışlar. Tarihi olgunluk az da olsa beldede hissediliyor. Peygamberlerin beldesinde bulunmak belki de onların ‘ evlatlarından biri olma olgunluğunu, rehberimizin “Diyarbakır’da yerin altındakilerle barışık olduğumuz müddetçe hiçbir sıkıntı kalmaz.” sözü özetliyor.
Bazı dönemlerde meraklı ve sevecen bazı dönemlerde sessiz ve biraz hırçın, yaş ilerledikçe kemâle eren bir duruş. insanoğlu değişimi ve gelişimi hayatının her anında yaşar aslında. Ancak anbean yaşadığı bu değişimi kendisi fark edemiyor. Hayatının içinde olduğu için değişimi ve gelişimi dışarıdan bir bakış daha iyi fark edebiliyor. Yaptığımız Diyarbakır gezisinde de değişimi gördük. İçinde yaşayanlar fark etmese de şehir hızlı bir değişim yaşıyor. Ancak uzaktan zannedildiği gibi değişim kötüye değil, daha iyiye doğru. En azından bu kısa seyahatimizde biz öyle gördük.
Taksiler büyütülmüş ve standart hale getirilmiş. Eskiye nazaran temizlik kültüründe iyileşme dikkat çekiyor. Kış ayı ve yerel seçim öncesi olmasına rağmen politik atmosfer son derece yumuşak geçiyor. insanların güven duygusunun bu sakin atmosferde tesirli olduğuna kanaat getirdik. Bahsettiğimiz güven, tedirginliğin zıttı olan biraz itimat, biraz da huzur hissinin insanlarda oluşturduğu sakinlik haliydi. Yer Diyarbakır olunca, “Kime duyulan güvenden bahsediyoruz ve bunu nasıl hissettiniz?” diye sorabilirsiniz. Biz de olsak gitmeden aynı soruları sorardık. Gittik ve cevaplarını bulduk.
Öncelikle şunu söyleyelim ki, bizim hissettiğimiz güven, kurumların ve insanların üzerindeydi. Şehirde konuştuğumuz on kişiden dokuzu 1925, 50 ve 90′lı yıllardaki hadiseleri unutamıyor. Diyarbakır halkının içinde çok derin izler bırakan bu yıllar terörün, aşırı politize olmanın ve kapkaçın sebebi olmuş. Bağdat Caddesi’nde tarihi Hasan Paşa Hanı’nda otantik bir kitapçı dükkânında konuştuğumuz Cemal Bey, diğer birçok Diyarbakırlı gibi, şehrin imajının kötü olmasını medyaya yüklüyor. Güzel günleri anlatırken tarihine, özüne, manevi mirasına sahip çıkmanın önemini vurguluyor.
Şehir eşrafından önde gelen ve belde hakkında fikri olan yazar, şair ve esnaftan görüştüklerimizin ortak kanaati, peygamber, sahabe ve evliya diyarı beldenin doğru tanıtılması ve anlatılması. Gelenler mevsimine göre karpuz ya da ciğer yiyip, dar küçeleri (sokak) gezerek surlara çıkıyorlar. Oradan Ofis, Sanat Sokağı ve birkaç derneği ziyaret ederek gidiyorlarmış. Yemek kültürünü oluşturan Diyarbakır’ın kültür mozaiği, dar sokakların hakkını veren mert, ahlaklı insanları, surlarda şehrin fethi için yapılan cihat faaliyeti, peygamberleri, sahabeleri hiç anlatılmıyormuş. Şehir yanlış tanıtıldığında yanlışlık dönüp dolaşıp şehir insanlarına bulaşıp kalıyormuş.
Hazreti Musa’nın peygamber bulunduğu devirden kalma Ulu Camii, Hazreti Zülkifl ve Elyesa Peygamberlerin kabirleri ve Yunus Aleyhisselam’ın duası Diyarbakır’ı peygamberler şehri yapıyor. Bir rivayete göre ise 500′ün üzerinde sahabe-i kiram medfun. Şehrin ileri gelenleri gerçekten haklılar. Çünkü karpuz, ciğer, surlar, sokak çocukları ve asayiş haberleri ile şehrin bugününü anlatmak çok basit. Ancak Diyarbakır’ı bugünkü tarihi dokusuyla ve kokusuyla anlatmak hiç de öyle kolay değil.
Tarih öncesi ve sonrası pek çok millet ve devlete ev sahipliği yapan Diyarbakır, Hazreti Ömer Efendimiz döneminde İslam’la müşerref oldu. Sonrasında Emeviler, Abbasiler, Selçuklular, Artuklular ve Osmanlılar şehre hakim olmuş. Şehirde Kuran’ı Kerim’de ismi geçen İlyas, Elyesa ve Zülkifl Aleyhisselam’ın kabirleri ve Hazreti Yunus Aleyhisselam’ın makamı var. Kuran’ı Kerim’de ismi geçmeyen daha başka peygamberlerin de bu şehirde medfun olduğu söyleniyor. Peygamber kabri en çok bulunan ilçe Eğil. Biz de bu sebeple ilk olarak Eğil beldesini ziyaret ediyoruz.
Peygamberler diyarı Eğil’i ziyaret
Eğil ilçesine doğru şehirden ayrıldığımızda solda volkanik Karacadağ’ın heybeti, bize Diyarbakır’a sahiplenir bir tavır içerisinde olduğunu hissettiriyor. Her yerde, mimari eserlerde siyah kayaların kullanıldığını görüyoruz. Bu kayalar evlerin duvarlarında, bahçelerde, camilerin temellerinde yerini almış durumda. Kırsal bölgelerde bile görünen mimari güzellik Karacadağ’ın siyah bazalt taşlarına bağlı olsa gerek. Diyarbakır’a tarihte Kara Amid denilmesinin sebebinin de bu taşlar olduğunu öğreniyoruz. Kara Amid ismi yol boyunca bize gösterilen ve Diyarbakır’ın birçok bölgesinde halkın acılarına karışarak dillendirilen tahribatın, insanlarda bıraktığı hissiyatın bir sonucu değilmiş.
Eğil, Diyarbakır’ın 50 km daha kuzeyinde bulunuyor. Dicle’nin kaynağına 5 km mesafede kurulan bu şehir, eski Asur Devleti’nin Anadolu topraklarında bulunan kolonilerine merkezlik yapmış. Öyle ki, burada toplanan vergiler, Dicle yoluyla şimdiki Musul yakınlarında bulunan Asurluların başkenti Ninova’ya götürülürmüş. Hurriler, Mitanniler, Urartular dönemlerinden bugüne kadar binlerce yıllık tarihi geçmişi bulunan ilçede Hazreti Zülkifl ve Hazreti Elyesa peygamberlerin kesinleşmiş kabirleri var. Bunun yanında halkın itibar ettiği kitabesinde yazdığı kadarıyla Nebi Harun, Nebi Ömer, Nebi Hallak, Nebi Zennun (Hazreti Yunus), Nebi Harut, Nebi Hürmüz kabirleri beldenin dört bir yanına yayılmış. Kendinizi hiç beklemediğiniz bir anda Peygamberler diyarında buluyorsunuz. Eğil’e yaklaştıkça heyecanımız artıyor.
İlçeye hafif bir yağmurun altında girerken Eğil isminin nerden geldiğini öğreniyoruz. Eğil ile Nebi Tepesi arasında eski Asurlulardan kalma harabeler var. Bu harabeler üç tarafı derin vadilerle çevrili yekpare bir kaya üzerinde bulunuyor. Dicle nehri kıyısında yükselen bu kaya, Asurluların başkenti Ninova için yapılan çizimlere çok benziyor. Öyle ki, antik çağ çizimlerinde tepeyi dipten zirveye, çepeçevre kuşatan, en zirvede de ayrıca kalenin bulunduğu şehir tasvirleri, sanki burası için yapılmış gibi. Kayanın zirvesinde şu an hâlâ eğik duran bir kemeri var. Eğil ismi bu eğik kemerden geliyormuş.
Nebi Tepesi ve hikâyesi
İlçenin isminin eğik kemerden geldiğini söyleyenlerin yanında, Evliya Çelebi seyahatnamesinde burayı “Gel” ismiyle zikreder. Ancak izahatta bulunmaz, biz bunu ziyaretlere gel diye yorumladık. Çünkü ilçede Nebi Tepesi tam da gelinip ziyaret edilecek bir yer. Tepede iki Peygamberin kabri bulunuyormuş. 1995 yılında buraya iki nakil daha yapılmış. Eski türbenin kitabesine göre 1898 Diyarbekir Salnamelerinde “Nebî Hârûn-i Âsafî ve Nebî Ömer Pîr-i Cân Peygamber olarak ifade edilmektedir.” diye kaydedilmiş. 1995 yılında Dicle üzerine yapılan baraj sebebiyle kıyıda bulunan iki Peygamber kabri açılmak zorunda kalınmış.
Anlatılanlara göre, Elyesa ve Zülkifl Peygamberlerin kabirlerinin açılması esnasında bölge halkından insanlar hazır bulunmuşlar. Ancak görüştüğümüz kadarıyla, nakil esnasında hepsi çıkan naaşları görmemişler. Dokuz kişilik yeminli heyet, kabirler açılmadan önce, kabirler boş çıkarsa bunu insanlara söylememek üzere yemin etmişler. Heyette bulunan Mahmut Laçin Bey’e ulaştık. Ancak müsait olmadığı için görüşemedik. Bununla birlikte, sahabe ve nebilerle ilgili bölgede detaylı çalışmaları olan Prof Dr. Yusuf Kenan Haspolat ve yine “Açık Hava Müzesi Diyarbakır” kitabının yazarı Abdulaziz Yatkın Beylerle görüştük. Bu kişiler heyetten görüştükleri kişilerden dinlediklerini bize aktardılar.
iki ayrı kabir için farklı zamanlarda çalışma yapılmış. Hazreti Elyesa Peygamber’in kabrine, iki günlük bir çalışmayla ulaşılmış. Heyette bulunanlar ittifak halinde, cesedin ve kefenin hiçbir şekilde çürümediğini ve daha dün vefat etmiş gibi durduğunu görmüşler. Daha sonra Hazreti Zülkifl Peygamber’in naaşının nakli için çalışmalar yapılmış. Mezar, dönemin çimentosu olarak bilinen kevs-i hacer (yumurta akı, kum ve kireçten oluşan karışım) adlı bir madde ile kaplı olduğu için açılması çok zaman almış. Aynı şekilde heyettekiler bu peygamberin de nâşı ve kefeninin çürümediği ve uykudaki bir insanın halini hatırlattığını ifade etmişler. Bu iki naaş önceden hazırlanan Nebi Tepesi’ndeki yeni yerlerine nakledilmiş.
İkinci ziyaret mekânı: Hazreti Süleyman Camii
Eğil’deki ziyaretlerden sonra Dicle’ye Diyarbakır’ın da yerleşim yeri olan yüksek tepeden bakan, Hazreti Süleyman Camii’ne doğru giderken sağda fetih sırasında şehre girilen tüneli görüyoruz. Devrine göre bölgenin en muhkem mevkii olan o zamanki Amid şehri, 40 şehit verilerek fethetilmiş. Bu şehitlerden 25 ya da 27′si sahabe-i kiramdan. Peygamberimiz’in vefatından yedi yıl sonra fethedilen Diyarbakır’ın bu güzide camisinde, Silahtar Mustafa Paşa’nın 1630 yılında astığı manzumeye göre medfun sahabelerden yirmisinin ismi şunlar: Hz. Halid b. Velid’in oğlu Hz. Süleyman, Hz. Rıdvan, Hz. Mesut, Hz. Beşir, Hz. Hamza, Hz. Amr, Hz. Sabit, Hz. Zeyd, Hz. Halid, Hz. Numan, Hz. Muhammed, Hz. Abdullah, Hz. Hasan, Hz. Ka’b Zişan, Hz. Fudayl, Hz. Malik, Hz. Fahr, Hz. Ebul Hamd, Hz. Ebu Nasr, Hz. Mugire (radıyallahu anhum).
Cami girişinin sol tarafında dokuz oluktan hiç durmadan akan su var. Diyarbakır’ın önemli su kaynaklarından biri de caminin içinde bulunduğu eski saray mevkiinde bulunuyor. Caminin iç kısmında mihrap nişi ve tavandaki kalem işi süslemeler, sağ tarafta sandukaların bulunduğu odanın süslemelerinin yanında cılız kalıyor. Ancak ashabı kiramın naaşı bu sandukaların içinde değil de camiinin altında bulunuyormuş. Böyle bir camide namaz kılmak Diyarbakır’ın ayrıcalığı olsa gerek. Peygamber Efendimiz İmam-ı Tirmizi’nin Menâkıb’ında geçen bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmuşlar: “Bir yerde vefat eden ashabım, kıyamet günü onlar (o belde halkı) için bir nur olarak diriltilir.” Bu ayrıcalık geçmişten geleceğe devam edecek. Ancak şehri gezip insanlarla konuşurken bu tarihi ayrıcalığın yanlış yorumlanmalara da sebep olduğunu müşahede ettik. Tasavvuf ve tarikat kültürünün rüyalar ve yeminlerle hiç olmamaları gereken yerlerde kullanıldığını gördük. Sözde kalan, çarpıtılan ve yanlış yorumlanan Diyarbakır’ın bu tasavvuf kültürü, şehrin tarihi mirasında herhalde tek dikkat edilmesi gereken konu olsa gerek.
Camiden çıktıktan sonra Diyarbakır’ın en kadim mekânlarının bulunduğu iç kale mevkiini geziyoruz. Burada Hazreti Süleyman Camii’nin yanında, Artuklu Sarayı kalıntıları, Artuklu Kemeri, Eski Adliye Sarayı, Evkaf Binası, Komutanlık Binası ve Aslanlı Çeşme bulunuyor.
Diyarbakır’da ilkler ve tekler:
- Anadolu’da valisi sahabe-i kiram olan tek şehir. Sultan Sasa (r.a)
- Sahabelerin fethinden sonra ezan sesinin kesilmediği belde.
- Anadolu’da bağrında en fazla sahabe ve peygamber bulunan belde.
- Hazreti Musa, Hazreti İsa ve Efendimiz devirlerinin mabedi Ulu Cami.
- Çin Seddi’nden sonra uzaydan görülen tek surları bulunan belde.
Osmanlı Kapı’dan Şehre Giriş
Diyarbakır tarihinde her dönem yönetim merkezliği yapmış iç kaleden şehre, Osmanlı Kapısından giriyoruz. Bu kapı Saray Kapı olarak da söyleniyormuş. Kara bazalt taşından yapılan 5 metre kalınlığında, 12 metre yüksekliğindeki surlardan geçerek şehre girerken rehberimiz şehrin isminin nereden geldiğini anlatıyordu, biz ise daha çok surların tarihi ve yapısını merak ediyorduk. Rehberimiz bizi kırmayarak burçların iç yüzünde bulunan kapı yanlarındaki merdivenlerden surlara çıkarttı.
Çıktığımız burcun iki katlı olduğunu gördük. Eskiden silah deposu olarak kullanılan alt kat şimdi sonradan yapıldığı belli olan bir kapı ile kilitlenmişti.
iki burç arasındaki 30-40 metre mesafeyi 1,50 metre genişliğindeki koridordan geçerek Dicle vadisini rahat görebileceğimiz yere kadar yürüyoruz. Diyarbakır’a gelen seyyahların dikkatlerini ilk bu surlar çekiyormuş. Solda bulanık akan Dicle Nehri, nehir ile sur arası bahçeler, sağda yukarıdan bakıldığında nizamsız gibi dursa da kendi içinde düzenli şehir ve şehri saran surlar, şimdi bile adeta şehre güven veren müstahkem bir yapı sunuyor.
İslam orduları İyaz bin Ganem komutasında Diyarbakır’ı fethettiklerinde şehri doğu batı yönünde ikiye bölen bir surla karşılaşmışlar. Sanat tarihi sahasında çalışma yapan akademisyen Canan Parla da “Bölgede sur duvarıyla şehir alanlarının bölündüğü örnekler var.” notunu düşerek bunu kaynaklandırmış. Söz konusu duvarın 4. yüzyılda şehre göç eden Nusaybinlileri yerli halktan ayırmak için inşa edildiği, ancak islamiyet’in şehre yerleşen 500′ün üzerindeki sahabe-i kiram vasıtasıyla yaygınlaşmaya başlayınca kendiliğinden yıkılıp tarih sahnesinden silindiği ortaya çıkıyor.
Surlardan inip şehre girdiğimizde farklı medeniyetlerin izleri mimaride, yapı duvarlarında ve kitabelerde rahatlıkla görülebiliyordu. Çoğu Kûfi tarzda İslam devrine ait kitabeler arasında Yunanca ve Latince olanları da vardı.
Diyarbakır şehri bir dönem, Amid ya da Amida, Kara Amid, Diyar-ı Bikr veya Diyar-ı Bekr gibi isimlerle anılmış. Bu isimlerin her birinin yörede ayrı bir hikâyesi var. Yunus Aleyhisselam’ın şehre gelip eski surların planını çizdiği dönemde şehirde “Amida” adında bir kız hükümdarlık edermiş. Bundan sebep Amida denilmiş. Bu idareci, kız olduğu için Diyar-ı Bikr de denildi diyenler olmuş. Başka bir rivayete göre ise, Hazreti ibrahim’in torunlarında olan Amid eski surların inşasında çalışmış. Onun ismi daha sonra şehre verilmiş. Kara Amid denilmesinin sebebi ise surlarda kullanılan siyah bazalt taşlarmış.
Bunların dışında en muteber olanı ise, Peygamber Efendimiz’in 18. kuşaktan dedesi olan Mizar’ın evladı Bekir b. Vâil kabilesinin, bölgeye yaygın olarak yerleşmesinden dolayı Diyar-ı Bekr denildiğidir. Çünkü Cumhuriyet dönemine kadar böyle isimlendirilmiş. Kara Amid’in insanlara bulaşan bir yönü olabileceği için tercih edilmemiş olabilir. Hakezâ Diyarbakır diye söylemek tarihi ve kültürel temeli olmadığı için Diyar-ı Bekir diye kullanmak, Diyarbekir’in tarihindeki kardeşliği ortaya çıkartmak için daha doğru olsa gerek.
Sur içi manevi mekânlar ve Ulu Cami
Şam Emevi Camii’nin bir benzeri olduğundan mıdır, Diyarbakırlıların kendi özgüvenlerinden midir bunu çözemedik, ama Ulu Cami konu olduğunda herkesin dilinde Beşinci Harem-i Şerif sözü geçiyor. Camiyi, baştan sona imamı Osman Hoca ile geziyoruz. Caminin dört ayrı bölümünde dört hak mezhebin imamları ve cemaatleri varmış. Şimdi bunlardan ikisi tadilatta, biri başka maksatlarla kullanıldığı için eskiden Hanefi mezhebi bölümü olan yer şimdiki camiyi oluşturuyormuş.
Caminin dikkat çekici iki özelliği daha var.
Diyarbekir Ulu Camii, bugünkü Anadolu toprakları içinde camiye ilk çevrilen mâbet. Ancak bu mâbet Evliya Çelebi’nin Seyahatname’sine göre de kiliseden camiye çevrilmemiş. Kiliseden aslına çevrilmiş. Diyarbekir hakkında çalışmaları ve beldeye duyduğu derin hissiyatıyla şehrin tanınmış simalarından biri olan yazar ve şair Mevlüt Mergen, yaptığımız sohbette bu hadiseyi kitabından göstererek izah etti. Evliya Çelebi’nin bahsettiğine göre “Ulu Cami, Hazreti Musa Aleyhisselam devrinde yapılmış. Bahçe sütunlarının sağ tarafında bir sütun üzerinde ibranice tarihi vardır. Kale (Diyarbekir) her kimin eline geçmişse, yine bu mabet, mabet olarak kalmıştır. içinde öyle ruhaniyet vardır ki, bir kimse iki rekât namaz kılsa kabul olunduğuna kalbi şahitlik eder.”
Ulu Cami hakkında Rum tarihçiler de araştırma yapmışlar. Onların iddialarına göre cami eski bir kilisenin yıkıntılarının bulunduğu bir yerde inşa edilmiş. Aynı yerde daha önce bir tapınak bulunmaktaymış. Her ne olursa olsun 639 yılında fethedilen Diyarbekir ve içinde bulunan Ulu Cami, cami imamı Osman Hoca’nın yaptığı benzetmeye çok uyuyor. “Anadolu topraklarında Şam Emevi Camii’nin kopyası.”
Her mahallesine bir Paşa Camii damgasını vurmuş
Diyarbekir hanları, köşkleri, hamamları, Akkoyunlu, Artuklu ve Osmanlı tarzı hâkim köşkleri, köprüleri, surları, kapılarıyla tam bir açık hava müzesi. On gözlü, Malabadi, Halilviran ve Devegeçidi Köprüsü bile gezilip görmek için başlı başına bir iş ve mesai istiyor. Ancak şehir içerisinde camiler her mahallede semtin adeta bir mührü gibi. Akşam saatlerinde Keçi Burcunda arkamızı On gözlü köprüye vererek şehre baktığımızda bunu daha iyi müşahade ettik. Belde için, bir zamanlar “abdestiz girilmeyen şehirdir” denilmesi şimdi daha iyi anlaşılıyordu. Keçi Burcunun tam karşında Hüsrev Paşa Cami ve medresesi, hemen yukarısında Melek Ahmed Paşa Cami, biraz daha içeride Behram Paşa Camileri bulunuyordu. Bu paşaların her biri bir zamanlar Osmanlı’nın bu şehirde valisi olarak bulunmuşlar ve adlarını hayır eserleri ile tarihe kaydettirmişler. Bunlardan başka hepsi sur içinde Kurşunlu (Bıyıklı Mehmed Paşa), Fatih Paşa, Hadım Ali Paşa, Kurt ismail Paşa, iskender Paşa ve Nasuh Paşa’nın kendi isimleriyle zikredilen camileri var.
Birçoğu Mimar Sinan mührü taşıyan bu camiler görmeye değer eserler. Hele 1564-1572 yılında Diyarbekir’in 13. Osmanlı Valisi Behram Paşa tarafından yaptırılan camii var ki gerçekten görülmeye değer bir yapı. Cami, Mimar Sinan’ın eserlerinin derlendiği Tuhfetü’l-Mi’marin kitabında geçiyor. ilk bakışta tek kubbesi ile ara sokaklarda kalmış basit bir yapı olarak görünse de, yanına varıldığına hiç de öyle olmadığı anlaşılıyor. iç ve dış süslemesiyle Diyarbekir camileri arasında başlı başına bir yer tutuyor. Caminin içindeki duvarlar alttan belli bir yüksekliğe kadar karakteristik iznik çinileriyle süslenmiş. Caminin diğer bir özelliği de mermer sütunlarında bulunan detay işçiliği.
Gelen bir pişman giden bin pişman”
iyarbekir halkını birçok seyyah övgüyle anlatmış. 1608-1619 yıllarında şehri anlatan Polonyalı Simeon şehir halkı için; “Çok nazik ve zengin insanlar olup yemek sırasında gevezelik şöyle dursun, son derece sakindirler. Zira hepsi de okuyan bilgin insanlar olup gerek sohbetlerde, gerek alışverişte zekâ ve nezaketle hareket ederler ve edebî bir dille konuşurlar.” demiş.
Evliya Çelebi ise Seyahatname’sinde Diyarbekir halkına dair bir meseleyi şöyle anlatıyor: “Dördüncü Murat Han gayet şakacı bir padişah olup doğu vilayetlerine ilgi duyardı. Diyarbekirlilerin iranlılar gibi konuşmalarından hoşlanıp kendileri de “Men şöyle demişem, men heze böyle demişem.” derlerdi.
Sultan Dördüncü Murat devri üslubunun tesiri bölgede hâlâ devam ediyor. iki yıl önce gelip Diyarbekir’de eczacılık yapmaya başlayan Hakkı Bey çocuğunun hızla yörenin şivesine kapılmasından endişeli ‘Bölge için normal, lakin diğer yerlerde garip karşılanan bir şive, aslolan istanbul ağzı.” diyor.
insanlar arasında konuşurken dikkatimizi şivenin yanında bir de yoğun tasavvuf anlatımı çekiyor. Ana caddelerde hasır iskemle üzerine oturan insanlar “Ha kardeşim, ben rüyasını görmüşüm sen rehât ol. Hele vallah Seyda ile de konuşmuşum, arkasından çağırmışım bütün akrabaları meftuna pişirmişim, duasını almışım.” türünden sözler. Başka bir yerde Eğil’i anlatırken Elyesa Aleyhisselam’ın rüyasına girerek o kişinin beldeyi anlatmasını istediğini duyuyoruz. Bunlar kadim tasavvuf kültürünün sözde kalan yanı gibi geldi bize. Bunların sokak ortasında anlatılıyor olması ise bir başka problem.
Diyarbekir için Osmanlı belgelerinde “kadimden menbâ-ı ulema” tabiri kullanılmış. Son yüzyılda şehir ulemanın menbâı olma hususiyetini kaybetmiş gözüküyor. Peygamberleri, Eshab-ı Kiramı anlamak vesair yetişen ulemayı tanıyıp eserlerini tetkik etmek, şehrin geleceği için anlaşılandan daha önemli olduğunu gösteriyor.
Tatlı bir yağmur eşliğinde şehirden ayrılırken, Diyarbekir zihnimizdeki berraklaşıyor artık. El sallıyoruz rehberimize ve Diyarbekir’in geleceğine kafa yoran bütün Diyarbekirlilere.
Uçağımıza binerken bir kez daha bakıyoruz bu kadim şehre. Aklımıza buraya gelirken getirdiğimiz önyargılarımız geliyor. Hepsinin tamamen yersiz ve mesnetsiz olduğunu anlıyor, çekimser adımlarla merdivenleri çıkıyoruz…
Ferhat Kaya
Kaynak : http://insanvehayat.com/kardesligi-tarihinde-arayan-sehir-diyarbakir/