Aynı tornadan çıkmış sapkınlık, karşımıza, Türkçü, Kürtçü, Ermenici, Rumcu, İslamcı, Yahudici, ya da Hıristiyancı kimliğiyle çıktı. Van Depremi ırkçılara bakın neler yazdırdı?
Bana asırlar gibi gelen yıllar yıllar önce Van’da doğmuşum. Gözümü dünyaya orda açmışım. Çocukluğum, ilk geçliğim büyük ölçüde orda geçti. Gördüğüm ilk mavilik, o zamanlar dünyanın geri kalanını kaplıyor sandığım Van Gölü’ydü. Yaşar Kemal’in de dediği gibi dünyada hiçbir denizin okyanusun maviliği Van Gölü’nünkine benzemez.
Elbette subjektif bir bakış ama biz Van Gölü çevresinde doğanlar için bu deniz, gökle yarışır. Uçaktan ilk gördüğümde küçüklüğünü kabullenmekte çok zorlanmıştım. Üstelik, denizimiz maalesef ders kitaplarındaki, karikatürvari şekline benziyordu.
İlk depremimi orada yaşadım. Daha sonra Tükiye’nin ve dünyanın değişik yerlerinde çok deprem yaşadım. Van, Türkiye’nin büyük bölümü gibi deprem bölgesiydi ve nerdeyse her yıl en az azından hafif ya da orta şiddette bir kere sallanıyordu. Ancak yine de New York’ta Pazar sabahının çok erken saatlerinde Gabriela’dan telefonuma gelen, ‘’Cemal CNN, bir depremden bahsediyor, Van sizin Van mı?’’ mesajıyla uyandığımda derin bir iç sıkıntısı bütün benliğimi kaplıyor. Kafamın içinden ‘’CNN’in bahsettiği bir depremin’’ büyüklüğünün endişesi tansiyonumu yükseltirken, bir yandan ellerim titreye titreye bilgisayarımı açmaya çalışıyorum. Van’da yaşayan yaşlı annem-babam ve iki kızkardeşim, eşleri, çocukları, akrabalarım, komşularım, arkadaşlarımın yüzleri gözümün önünden geçiyor.
Haberleri görünce telefona sarılıyorum ama ulaşmak ne mümkün. Kabus dakikaları başlıyor. Bir enkazın boşluğuna dakikalarca ‘kimse yok mu?’ diye bağırmak gibi… Derken Ankara’dan ablam aradı da rahatlatıcı haberi verdi. Evimiz artık oturulamayacak duruma gelmiş olsa da çok şükür sağ ve salimler. Bir okulun bahçesine parketmiş bir arabanın içinde Van’ın her zaman erken gelen kışında ağır bir deprem imtihanı yaşıyorlar.
Deprem herkes için bir imtihandır
Her deprem bir imtihandır. Devletler için imtihandır. Kurum ve kuruluşlar için imtihandır. Cemiyetler, cemaatler, dernekler, partiler için imtihandır. Tek tek her insan için bir imtihandır. Depremi doğrudan yaşayan için de imtihandır, yaşamayan için de…
Birileri Facebook’tan, Twitter’dan ‘sapkın’ nefret mesajlarını ayıklayıp toplayıp toplu halde sağa sola gönderiyor da görüyoruz. ‘’Allah’ın sopası yok’’ diye başlayan patalojik mesajlar bunlar. Güya, ‘’PKK’nın 24 askeri şehit etmesine Allah’ın cevabıymış Van depremi…’’
Ben açıkçası bu ruh hastalarının (ki 17 Ağustos’u 12 Kasım’ı yaşamamış, 10-15 yaşındaki çocuklar değilseler, maalesef psikolojik rahatsızlıktan başka izahı yok) mesajlarının, ‘bakın Türk ırkçılar ne yapıyor’ denilerek sağa sola gönderilmesini de anlamakta güçlük çekiyorum. Böyle bir günde kimseye hizmet etmeyecek bir faaliyet bu mesajlara fazla vurgu yapmak, sağa sola göstermek... Psikolojik destek ve tedaviye muhtaç bu insanlardan her toplumda var. Sadece, 17 Ağustos’ta ‘’Allah’ın sopası yok’’ diyen Kürtçüleri kastetmiyorum.
Bugün, Van depremi ile ilgili Amerikan haber kaynaklarını okurken gördüğüm yorumların da yüzde 10’u da aynı psikolojik tornadan çıkmış. Okuduğum her 10 okuyucu yorumundan biri, ‘’Tanrının, Müslümanlara haddini bildirdiğine’’ inanan Yahudi- Hıristiyan ırkçılara, ya da ‘’Allah’ın Müslümanları koruyamayacak kadar zayıf bir tanrı olduğunu, eğer İsa’ya inanırlarsa bu tür doğal afetlerden korunacaklarını’’ iddia eden dinci psikopatlara ait. Çok daha ilginci, ‘’Erdoğan ve Türklerin, ABD kafirine yardım ettiği için Allah’ın Türkiye’yi cezalandırdığını’’ iddia eden İslamcı psikopatlar da aynı ‘sopa’ya yapışmış. ‘‘Depremle, Türklerin, Ermenilere 1915’te yaptıklarının cezasını ödediklerini’’ iddia eden Ermeni ırkçılar ve ‘’Tanrının sopasının Türkler’den Kıbrıs’ın hesabını sorduğunu’’ iddia eden Rum ırkçılar da yememiş içmemiş sopa sırasına girmiş, Van depremi haberlerinin altına aynı yorumu yazıyor.
Bir tornadan çıkmış bu sapkınlık, karşımıza, Türkçü, Kürtçü, Ermenici, Rumcu, İslamcı, Yahudici, ya da Hıristiyancı kimliğiyle çıksa da, bu fikri bir yaklaşım değil, psikolojik bir rahatsızlıktır. İzaha, iknaya değil, terapiye ihtiyaçları var. Bir doğal afetten bu sonuçları çıkarabilen, bu genellemeleri yapabilen bu insanlar, bizde ne kadar nefret uyandırsa da zavallıdır. Sorunu ne kadar ‘öteki’ olarak görseler de gerçek sorunu kendileriyle yaşıyorlar. Kendinden nefretin ifadesidir bu yaklaşım zira. Gerçekte kendileri de ruhsal birer enkaz altında, bir karanlık çukurda yaşıyorlar. Bunların da enkazlarından kurtarılması lazım. Profesyonel yardıma muhtaç insanlar bunlar…
Hal böyleyken, bunların içinde debelendikleri piskolojinin ürünü mesajlarını sağa sola göndererek, ‘Kürtlere, Türklere, Rumlara, Ermenilere, Müslümanlara, Hıristiyanlara, Yahudilere’ karşı yeni nefret tohumları aşılamaya neden olmanın da çok sağlıklı ve şerefli bir iş olduğuna inanmıyorum. Çünkü çoğunluğu oluşturan insani ve sağlıklı tepkilerin yanında çok ama çok ciddi bir azınlığa ait sapkın mesajları bu şekilde öne çıkarmanın kimseye bir faydası yok.
Faylar yeri ayırsa da bizi birleştiriyor
Sabahtan beri tanıyan her dinden, her milletten arkadaşımdan samimi mesajlar da alıyorum, haberlerin altında da benzeri üzüntü yorumları da okuyorum. Anadolu ise, zaten kendisine o çok yakışan özünü yeniden sergiliyor. ‘’Acı nedir, afet nedir’’ çok iyi bilen Anadolu’da, tam bir yardım seferberliği var.
Türküyle Kürdüyle, Batıda yaşayan insanlarımız, ‘’dış güçlere karşı milli birliğimiz pekişsin’’ diye hesaplı siyasi bir tavırla ‘Doğu’nun yardımına koşuyor değil. Deprem yaşamanın ne demek olduğunu bildikleri, yarın öbür gün Allah korusun ama benzeri bir afette yardıma muhtaç duyduklarında ilk olarak ülkenin Doğusundakilerin koşacağını çok iyi bildiği için samimi, insani saiklerle yardım ediyorlar. Anadoluyu bir arada tutan şey, ‘milli birlik iddialı, siyasetler, stratejiler’ değil. Anadolu'yu bir arada tutan binlerce yılın bu mağduriyette, tasada, sevinçte, afette birliğidir. İnsani ve tabii tarihidir.
Depreme, doğal afet demek doğaya iftiradır
Daha önce, Haiti depremi sonrası yazdığım, Felaketlerde kimler, niçin hayatta kalır başlıklı yazıda, özellikle, ‘deprem türü’ kaçınılmaz doğa olaylarına ve diğer afetlere karşı psikolojik olarak hazır olmanın nasıl önemli olduğunu genişçe paylaşmaya çalışmıştım.
Geçen Ağustos ayında New York’ta yaşadığımız deprem sonrası yazdığım ‘’Depremde hakkında bilinmesi gereken gerçek’’ yazısında da özetle şuna dikkat çekmeye çalışmıştım:
Deprem, ‘doğal afet’ değil, bir ‘sosyal afet’tir. Depremler, kasırgalar, tsunamiler ve hatta insanlar tarafından çıkarılmayan orman yangınları, gezegenimizin sıhhatinin devamı, ekolojik yenilenme için mutlaka gerekli tabii işleyişlerdir. Yani manevi bir tabir kullanacaksak depremler, meteorlar, tsunamiler, doğal su taşkınları, yanardağlar aslında rahmetin tecellisidir. Dünyanın hayata müsait bir gezegen hale gelmesine 65 milyon yıl önce dünyaya çarpan meteor vesile oldu. Depremler ve volkanlar olmasaydı, yeryüzü kabuğu olmazdı, her taraf, okyanus sularıyla dolu olurdu. Depremi bazı coğrafyalarda afete çeviren, insanların bu tabiat üzerindeki konumlanış şeklidir.
Bu anlamda depremle ilgili en büyük yanlış, birkaç saniyede gerçekleşen bir afet olduğunun düşünülmesidir. Birkaç saniyede olan şey afet değil, az önce bahsettiğim tabiatın doğal faaliyetidir. Deprem afeti ise uzun yıllar boyunca yaptığımız sosyo ekonomik tercihlerinin aşama aşama, göz göre oluşturduğu bir sosyal felakettir. Yani doğanın 20 saniyelik sallayışı değil, uzun yıllar süren sosyo ekonomik tercihlerimiz bizi öldürüyor.
Erciş’te deprem felaketine maruz kalanlar daha çok ilçenin, belli ki standartların altında kaliteye sahip yüksek apartmanlarının sakinleri olması tesadüf değil. Tıpkı Haiti’de 7 şiddetindeki deprem 222 bin kişinin hayatına sebep olurken, ondan 500 kat şiddetli Şili depreminin sadece 600 cana ve her ikisinden kat be kat güçlü Japonya depreminin ikisinden de az cana sebep olmasının hep ‘bina stoku’ tercihinin ürünleri olması gibi…
2004 Hint Okyanusundaki ‘tsunami’de, sahil açıklarındaki doğal setler olan mercan kayalarının insanlar tarafından yıllar içinde tahrip edilmesinin felaketin boyutunu çok daha artırdığını bilimadamları açıkladı.
Yine, dünyada tsunamiye karşı en ciddi doğal set olarak bilinen mangrov deniz ormanlarının, sahil turizmi ve karides üreticileri trafından yıllar içinde yok edilmesi de Hindistan sahillerinde tsunaminin ‘felakete’ dönüşmesine neden oldu. 1960 yılında Bangladeş kıyılarını vuran benzeri tsunami, mangrov ormanları tarafından yutulduğu için sahile çok zayıf ulaşmış ve tek bir kişinin bile burnu kanamamıştı.
Felaketlerin enkazında yeni başlangıçların umudu da saklıdır
Şerler bile içinde hayırlar saklar. Büyük sosyal afetler de, sosyal gidişatı değiştirmiştir tarih boyunca. İçinde yığına acıyla beraber yığınla da fırsat tohumu barındırır afetler. St Augustine'in deyişiyle, "Bu korkunç afet bir son değil başlangıç. Tarih de sona ermiyor. Bu sadece tarihin yeni bir sayfa açma yöntemi".
Vatandaşa ‘devleti bekle’ demek yanlış
Internetten seyredebildiğim kadarıyla birçok televizyon muhabiri sürekli olarak vatandaşın kendi başlarına enkaza müdahale etmesinden, profesyonel kurtarma görevlilerini beklememesinden yakınıyor. Bazı vatandaşlar ve siyasiler ise klasik ‘nerde bu devlet’ şikayetinde. Her iki yaklaşım da genel olarak yanlış.
Daha önce yazmıştım ama tekrar etmem lazım. Bir toplumun felaketten hemen sonraki ana, yani itfaiyenin, polisin, doktorun henüz duruma müdahil olmadığı ana, psikolojik olarak hazırlıklı olması, felaketin boyutunu dramatik olarak azaltabiliyor. Depremde ve hemen sonrasındaki ‘asıl aktör’ ne devlet, ne kurtarma görevlileridir. Hiçbir devletin gücü, kitlesel bir felakete anında tam teşekkülü olarak müdahale etmeye yetmez. Esas aktör, bizleriz. Yani sıradan insanlar…
Yani vatandaşın enkazlara müdahale etmesi, yardım etmeye çalışması, olması gereken doğru bir davranıştır. İnsanımızdaki bu özellikle baskı altına alınarak yok edilmemeli. Bu tür geniş ölçekli afetlerde en büyük hatalardan biri ‘devlet beklemek’tir. Doğru olan insanların, sivil toplumun anında kendi gücüyle devreye girmesidir. Yanlış olan şey, insanlarımızın böyle bir olaya, enkaza, yaralıya müdahale etmesi değil, nasıl müdahale edeceğini bilmemesidir. Bu konuda zamanında yeterince bilgilenmemesi, bilinçlenmemesidir.
Enkaz nasıl kaldırılır? Yaralı insan nasıl tutulur? İlk yardım müdahalesi nasıl yapılır? Bilenlerin sayısı nüfusumuza göre oldukça düşük bir oran. Bunlar uzmanların bilmesi gereken değil, herkesin bilmesi gereken bilgiler. Sadece Vanlılar değil, bütün Türkiye bu konuların cahiliyiz maalesef.
Depremden hemen sonra ‘ortada devletin’ olmaması Türkiye’ye özgü değil. Büyük çaplı afetlerden sonra devlet yoktur... İlk kurtarma görevlilerinin ya da sağlık ekiplerinin gelmesine daha saatler, belki günler vardır… Bu gerçeği öğrenmemizin vaktidir. Biz ve komşularımız varız… Komşuluk, afetlere karşı psikolojik ve sosyal hazırlığın can damarıdır. ‘Olağanüstü hal’leri çok seven diktatörlerin ‘komşuluk’ fikri ve dayanışmasından nefret etmesi de bir yönüyle bu muazzam gücün farkında olmalarındandır. Bu gücün yok olmasına müsaade edilmemeli.
Yaşadığımız yerin risklerine psikolojik olarak hazır olmak
Bir fay hattında mı yaşıyorsunuz? Bir dere yatağında mı? Yakınlarda yanardağ mı var? Bunları, hayatınıza etki etmeden önce bilmeniz, etki ettiklerinde sizi çok hazırlıklı kılar.
Riskleri önceden hesaplamak, kafanızda felaket anlarının provasını yapmak beyninizin bir köşesine kazınır ve felaket anında otomatik olarak ortaya çıkarak sizi yönlendirir.
Felaket anlarında, sağduyulu ve sakin düşünmek elbette çok zor. The Unthinkable adlı kitabında Amanda Ripley, bunun sanıldığı gibi az sayıda insana özgü bir haslet değil, sıradan herkeste geliştirilebilecek bir haslet olduğunun altını çiziyor.
Felaket günleri de, güzel günler gibi hayatın bir parçası. Kimimizin hayatının sonu olurken, geri kalanımızı yepyeni hayatların içine atan kaderi anlar. Psiklojik ve biyolojik olarak ne kadar hazırlıklı olduğumuz, bu anlarda belirleyici olabiliyor...
Allah hiçbirimizi felaketi bir deneyim olarak öğrenme durumunda bırakmasın. Annem, babam, kardeşlerim ve tüm Vanlıların yardımcısı olsun.
Cemal Demir - Haber 7