İsmet KANBER - Eğitimci, şair
Fotoğraf: Pixabay
Kaynak : https://indyturk.com/node/197681/t%C3%BCrkiyeden-sesler/ve-insan%E2%80%A6
Çok cehd idüp istedüm yir u göğü aradum
Hiç mekanda bulmadum buldum insan içinde
Yunus Emre
İnsan, Arapça “ins” kelimesinden türetilmiştir. İnsan topluluğu anlamında kullanılır ins.
Aynı zamanda insan “üns” köküyle de irtibatlıdır. Ünsiyet olarak kulanılan “üns” de birbiriyle yaşamaya alıştırılmış, uyumlu canlı demektir. Yani vahşi olmayandır.
Öte taraftan nesy’den geldiği; nisyan, yani unutmak anlamıyla, insanın unutkan olduğu, verdiği sözü tutmadığı itibarıyla da insan olarak adlandırıldığı düşüncesi de rivayet edilir.
İnsan sosyal bir varlıktır. Bir arada yaşama bilgi ve kabiliyetine sahip olması, insanı, tabiri caizse evcilleşmiş en yüce canlı mertebesine çıkarmıştır.
Kadim bütün dinlerde, kültürlerde, felsefelerde insanın yaratılışı, mahiyeti, nitelikleri, amacı, evveliyatı ve sonu ile ilgili düşünce ve tartışmalar hep olmuştur, olacaktır da.
Buradaki meselemiz bunları tartışmak veya yeni bir şey söylemekten öte yine “unutan” olmamız hasebiyle kendimizi hatırlamak ve belki bir kez daha yolda ilerlerken, durup geriye bakmaktır.
İçinde bulunduğumuz 'an'ı yargılamak doğru karar vermek için iyi bir zamandır.
Kuran’ı Kerim’de birçok ayette insanın mahiyeti, amacı ve diğer canlılar ve varlıklarla (cin, melek) üstünlük, benzerlik ve farklarından söz edilir.
Yaratılmışların en şereflisi diye tarif edilen insan, Allah’ın kendi nefesiyle ete kemiğe büründürdüğü varlık alanının en mükemmel canlısıdır.
En yüce değer olan Allah’ın ruhundan ve en alçak diyebileceğimiz kokuşmuş balçıktan mürekkep olan insan, diğer taraftan varlıkların düşebileceği en süflî duruma da adaydır.
Bizler, insan türünün binlerce yıldır devam edegelen son halkasıyız.
Kendi ruhsal ve aklî melekelerini geliştirmekle birlikte, üzerinde yaşadığı dünya ve müdahil olduğu her şeyi de etkileyebilen insan, kendini, yukarıda tarif etmeye çalıştığımız tanımlamanın neresinde görüyor?
İnsan, insanlığı yeryüzünde temsil edemedi.
İnsanın imar etme, ıslah etme, güzelleştirme salahiyetinin yanında; yıkıcı, nankör, unutkan, hırslı, inkarcı, böbürlenen tarafının olduğu da aşikar.
Edgar Morin insan için “homo sapiensdemens” diyor. Sapiens, zeki, akıllı, makul, bilge, sakınımlı; demens, akıldan, akl-ı selimden yoksun, manasız, öfkeli, öfkeden gözü dönmüş demektir.
Evet, insan bir sentezdir. İyi ve kötünün sentezi. En ulvî ve en alçak olan tez ve antitez.
İnsan unutandır dedik. Neyi unutmuştur?
Bir fıtrat üzere yaratıldığını ve yüklendiği sorumluluğunu unutmuştur.
Ahdine vefa göstermeyi unutmuştur. İnsanın bilmesi, biliş düzeyine gelmesi, unuttuklarını hatırlamasıdır.
İnsan özünde iyidir. Hatırladıkça aslına rücu eder, kendine yaklaşır yani hakikatine erer.
Platon, “Siz insanlar Tanrılarsınız fakat bunu unutunuz” ve “Bilmek hatırlamaktır” der.
Platon için hakikate ulaşmak, kaynakların hafızasını yeniden elde etmek amacıyla unutkanlığa karşı verilen savaştır.
Bütün ilahi dinler, felsefî doktrinler, ideolojiler ve diğer bütün beşerî sistemler insanı ve insanlık onurunu yüceltmeyi vadeder. Bunların hepsi insanın elinde gelişir.
Dinler insanlar içindir. Her inanç ve düşünce insan eliyle gelişir ya da geriler. İnsanı geri bırakırsanız dinleri de geri bırakmış olursunuz.
Kendisine yabancılaşan insan, yeryüzünün tek hakimi olduğu düşüncesine kapılmış, süflî tarafıyla kendi hayatını hırsının, öfkesinin ve doyumsuzluğunun kurbanı etmiştir.
Adem’le başlayan insanlık hikayesi “adam” olmaktan çok uzaktadır. Kabil, Habil’i bugün de hak adına öldürmektedir.
Albert Camus, “Resmî tarih oldum olası büyük katillerin tarihidir. Kabil Habil’i bugün öldürmüş değil; ama bugün Kabil, Habil’i akıl uğruna öldürüyor ve onur madalyası istiyor…” derken, tam da bu noktanın altını çiziyor.
İnsan, aklı ve kalbiyle bir bütündür. Bu, Mevlana’nın deyişiyle bir kuşun kanatlarına benzer. Kuş, kanatlarına adil davranmazsa uçamaz. İnsan, salt akılla hareket edemez.
Castoriadis, “İnsan çılgınlığıyla aklı icat etmiş olan o çılgın hayvandır” diyor. Burada mesele sadece akılcı olmak da değil.
Modern çağın insanı olsun, antik dönemler olsun insanın geçmişine baktığımızda sağduyu ve vicdandan uzak olmanın sadece bugünün sorununun olmadığını görürüz.
Her yüzyılın sonunda insanlığın sonunun geleceği kehanetine inanılmış bugün de bu meyanda fikirler ileri sürülmektedir.
Nedir insanın sonunu getirecek olan?
Kopacak büyük bir fırtınanın her şeyi silip süpüreceği mi?
Yerkürenin güneş sisteminden kopup yok olacağı mı?
Açıkçası bunların hiçbiri inandırıcı değil.
Kuran’da ve diğer ilahi dinlerde sözü edilen kıyametin olacağı, bu dünyanın sonunun geleceği bilgisi elbette ki mutlaktır. Fakat Tanrı zalim değildir.
Durup dururken keyfi bir iş olsun diye bu dünyayı kimsenin başına yıkmaz.
Kıyameti ve dünyanın sonunu hazırlayacak olan insandır. İnsanlığın bugüne kadar yaptıkları ve yeryüzündeki bütün bozgunluklarbunun işaretini bize veriyor.
Daha inandırıcı ve gerçekçi olan bu. İnsan kendi sonunu hazırlıyor.
Jean Jacgues Rousseau, “Toprağa ilk kazığı çakan mülkiyet kavramını doğurmuştur” diyor.
Sahip olma duygusu insanın, toplumun, milletlerin sınırlarını tayin etmiştir. İnsanlık tarihi “sahip olma” mücadeleleriyle doludur.
Devletler, imparatorluklar, medeniyetler bu uğurda kuruldular ve yıkıldılar. Kavimler yok oldular. İnsanın saltanatı, ezilen insanlık onuru üzerinde yükseldi.
Akıl ve ruh dengesinden yoksun insan, hırslarının, öfkesinin, bencilliğinin ve gözü dönmüşlüğünün sonuçlarına katlanıyor.
Geldiğimiz nokta sonun başlangıcı deniliyor bu çağın fikir adamlarınca.
İnsan yeryüzü terazisinde kefeleri dengeleyemedi. Doğu, Batı, Kuzey, Güney arasında adalet hiçbir zaman yerleşmedi.
Anahtarı eline geçiren dünya hazinesinin tek sahibi olmak istedi. İnsanlık tarihi, bu terazinin dengesini kaybetmesinin lekeleriyle kaplıdır.
Kendi yazgısının kahramanlığını iyi yaptığı söylenemez insanın. Yüzyıllar, insanlığın gözyaşıyla acılarını, adına “modern” dediğimiz altın çağla(!) taçlandırıyor.
Kendi cennetinden sürülen insan, alçaltılmış yer anlamına gelen “dünya”da Tanrı olma hevesiyle rol almaya devam ediyor.
Dostoyevski şöyle diyor:
Bir milletin ahlak ve din ideali güçsüz düştüğü anda insanlar pusulayı şaşırır. Ondan sonra da yalnız ve yalnız rızıklarını kurtarmak için bir araya gelmeye başlarlar.
Biz de şöyle ekleyelim, insanın pusulası, yaratılışında mevcuttur. Bu da onun üstün ve seçilmiş bir canlı olduğu gerçeğidir.
İyi ve kötü arasında irade ortaya koyma, yani seçim yapma yeteneğine sahiptir. Bu tercihleri, insanın var olanı güzelleştirme veya yok etmesi olarak sonuçlanır.
İnsanın yaratılışa uygun; güzelleştiren, geliştiren, soylu zamanları hiç mi olmamıştır?
Elbette insanlığın iftiharla anlatılacak serüvenleri de vardır. Mesele adam olmakta. Yeter ki halkın dilinde kristalleşmiş şu söze kulak verelim:
Adam oldur adam ede adamı
Adam adam olmazsa adam nitsin adamı?
Bu yazı, daha sonra bu serüvenleri ele alıp değerlendirecek diğer yazıların bir girizgahı olsun deyip Şeyh Galib’in şu güzel beyti ile bitirelim:
Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen
Devamı bir diğer yazımızda…
Ve insan… (2)
Âdem odur ki adını âlemde andıra
Âlemde ad kalır âdem gelir gider(Âdem Dede)
Bazılarına göre koleradan, bazılarına göre nefesini tutarak kendi kendini boğduğu rivayet edilen ve nasıl öldüğü konusunda tam bir bilgiye sahip olmadığımız Diyojen’e bir arkadaşı sorar:
Öldüğün zaman seni nasıl gömelim?
Diyojen dedi ki: Yüzükoyun gömün; çünkü yakında nasıl olsa her şey alt üst olacak.
“Ve insan…” dediğimiz yazımızın birinci bölümünde insan kavramının etimolojik tanımından başlayarak bir değerlendirme yapmıştık.
İnsanın serüveni devam ediyor. Diyojen, her ne kadar her şeyin yakında alt üst olacağının haberini milattan önce vermişse de bu serüven devam ediyor.
Daha önce de söylemiştik, her yüzyılın sonunda “insanlık tarihinin sonu geldi” savı söylenegeliyor.
İnsanın serüveni dünya, yani yeryüzü ile başlar. İnsan kendini arama ve kanıtlama mücadelesini ilişkide bulunduğu çevre ile yapar.
Bu mücadele insanın kendiyle, insanın insanla ve insanın doğayla olan mücadelesidir.
Birincisinde insan kendisiyle savaşır. Bu, nefs mücadelesidir. Tıpkı yüce Peygamberimizin dediği gibi küçük savaştan büyük savaşa gitmek dediği nefs mücadelesi… Kendini bilme ve hatırlama.
Khilon’un “Kendini bil!” sözü de Apollon Tapınağı’nın medhaline yazılmıştı. Platon, Khilon’un “Kendini bil!” sözünü, “Sadece bir insan olduğunu bil!” diye anlamlandırır. Bu da nefs mücadelesi...
İnsanın nefsiyle, insanın insanla ve doğayla olan mücadelesi/savaşı ayrıştırılamaz. Bunlar birbirini besleyen durumlardır.
İyiliğin ve kötülüğün, hayrın ve şerrin nüvesi insanda başlar, insana geçer ve doğayla devam eder.
Yaşam mücadelesi veren insan, hakim olma duygusuyla hareket eder. İnsanın insana hakimiyeti ve insanın doğaya hakimiyeti.
Bu tahakküm etme arzusu, insanı kendisiyle ve doğayla uyumlu yaşama yerine ona hakim olma duygusuna sürüklemiştir.
“İnsan merkezci” anlayış, akla ve insanî değerlere dayalı felsefeden uzaklaşarak tamamıyla doğayı kendi çıkarı için kullanan pragmatist bir ilişkiye dönüşür.
Doğa, insanın emrine sunulmuş bir armağandır. Ancak insan hiçbir konuda ölçüsüz davranma hakkına sahip değildir.
Başta insana ve onun değerlerine (can, mal, namus, inanç…) hiç kimse müdahale edemez. Doğaya ve bütün insanlara ait kaynaklara hiçbir toplum el uzatamaz, kimse onları talan edemez.
İlk insan topluluklarından bugünün modern toplumlarına kadarki temel sorunlar aslında aynıdır.
Kitle savaşları, işgaller, soykırımlar, talanlar hep aynı hırsın sonucudur. Batı’dan Doğu’ya, Doğu’dan Batı’ya uzatılan eller hep aynı amacın ürünü.
Medeniyet kurma amacındaki her toplum, diğer bir toplumu ezerek yükselmiştir. Kendi krallığını ilan eden insan yine kendi kanında boğulmuştur.
Kılıcını çeken, kılıç altında öldü. Tanrı’yı yok eden kendini tek güç kabul etti. Ölçüyü kaçıran insan, ulaştığı en yüksek noktadan düştü.
Protagoras, “İnsan, her şeyin ölçüsüdür demişti” Bu düşünce Tanrı’dan uzaklaşmanın ya da insanı Tanrılaştırmanın kabulüdür.
Sanayi Devrimi’yle taçlandırılan insan hakimiyeti, sömürü anlayışıyla kendi yaşamını tehdit eder olmuştur.
Sokrates ise “Tanrı, her şeyin ölçüsüdür” dedi. Açıkçası bütün mesele Protagoras ile Sokrates düşüncelerinin arasındaki mücadeledir.
Fernand Schvarz, Türkçeye de tercüme edilen “Kadim Bilgeliğin Yeniden Keşfi” kitabında şöyle diyor:
İnsan, kendine, kendisinin Tanrı olduğu sunî bir alem oluşturmak zorunda kalmıştır. İnsan, her şeyin ölçüsü olmuş ve bu da kendi isteği dışında içinde bulunduğu ekosistemin gerekliliklerine aldırmadan tabiatı küçük görme ve ona egemen olma gibi insanı en korkunç çılgınlıklara sürükleyen Antroposantrizm’in (insanmerkezcilik) başlangıcı haline gelmiştir.
İnsanlığın rüzgarı kimi zaman Batı’ya doğru, kimi zaman Doğu’ya doğru esti. Bu rüzgarlar kasırga olup her tarafı yaktı, yıktı.Zulmeden her zaman insan oldu. Bu serüvende kazanan da kaybeden de aynı. Dünya denilen sahnede başrolde hep insan oldu.
Kaçıncı perde bilinmez. Senaryo hep aynı. Değişen sadece konu ve roller. İzleyiciler de aynı. Ayrıca hepimiz izlemek zorundayız. Çünkü hepimiz oyunun içindeyiz.
Daha sonraki yazılarımızda bu sahnelerden söz edeceğim.
Sophokles’in sözüyle bitirelim:
Bozulduğu zaman insandan daha korkunç yaratık yoktur.
Devamı bir diğer yazımızda…
Ve insan… (3)
Görsel: İdeolojiler /Doğu Batı dergisi 30. sayıBugün ortalama yaşı lise çağlarını gösteren ve hafızası yerinde olan herhangi bir insana sorarsanız, size, insanlık dramına dair anlatacağı bir hikayesi mutlaka vardır.
Şimdiden başlayıp geriye doğru gidebildiğimiz kadarıyla; tarihin, coğrafyanın, sanatın, edebiyatın, mimarinin binyıllardır hafızalarda canlı tuttuğu hikayelerdir bunlar.
Her birinin sahnesi farklı, rolleri farklı ancak öznesi aynıdır.
Yeryüzü sahnesinde tiyatro gösterileri devam ediyor.
Bir makalede okumuştum. Bilinen insanlık tarihinden başlayarak günümüze kadar savaşsız geçen zaman süresi sadece 250 yıldır diye.
Çok kolay doğrulanabilir bir saptamadır aslında. 100 yaşındaki bir insana sorun veya 20 yaşındaki bir insana sorun aynı oranı elde edersiniz.
Asr’a yemin olsun ki insanlar hüsrandadır.
(Asr Suresi 1-3.ayetler)
İnsanlık tarihi, bu hükmü doğrulamak için elinden gelen her çabayı(!) göstermiştir sanki. Antik çağlardan klasik çağlara, oradan modern çağa geldiğimizde hep aynı senaryoları yaşadı insanlık. Tarih, bu hikayelerin toplamıdır.
Yeryüzü, insanların evcilik oynama sahnesidir. Maalesef ki bu oyun çocuk safiyetiyle oynanmadı/oynanmıyor.
İnsanların kanıyla, sömürüyle, gaspla yükseltilen medeniyetler, hep insanlığın mutluluğu, refahı vaadiyle yazıldı çizildi.
Dünyada, dönem dönem rüzgarlar eser. Bu, kimi zaman Batı lehine, kimi zaman Doğu lehine esti. Rüzgarı arkasına alan ezdi geçti.
Sistemler, yasalar, tüzükler, ideolojiler, siyasî doktrinler; operasyonlar, manevralar, işgaller, katliamlar hep dünyayı cennete dönüştürmenin çabaları (!) olarak lanse edildi.
Dünyayı kutuplaştıran, kutuplar arasında kuledekiler ve kuleyi omuzlarında taşıyanlar olarak bölüştüren senaristler kendi cennetlerinde rol dağıtmaya devam ediyor.
Çok eskilere gitmeye de gerek yok ancak günümüzden yaklaşık 5 bin yıl önce inşa edilen Babil Kulesi nasıl ki insanların omuzları üzerinde yükseltilmişse; günümüzde de insanlığın omuzlarında farklı kuleler inşa ediliyor.
İnsanın nefes aldığı her yer ve zamanda senaryo değişmemekle birlikte son 300 yıldır Batılı senaristler sahneye çok hakim. Dünyanın her köşesine kendi yöntem ve güçleriyle ayar veriyorlar.
Milyonlarca Afrikalının canı karşılığında beyazların ülkesinde yükselen kuleler, Doğu denizinin kıyısındaki Özgürlük Heykeli’yle temize çekildi.
Kendisinden olmayana insanlık evrimini tamamlayamamış canlı muamelesi yapan bu medeniyetfuruşlar, her savaşı, işgali, gaspı, katliamı, sizi insanlaştırmak için çabalıyoruz, gerekçesiyle yapıyorlar.
Çin’den tutun Kuzeybatı Afrika’ya kadar, oradan Balkanlara aynı düzenbazlığı görürsünüz.
Elbette ki hep borusunu öttüreni şikayet edecek değiliz. Bu, bir şeyi de değiştirmez. Banyodaki sabundan ayağımız kayar, düşeriz. Bunun için de komplo diyemeyiz. Ev sahibinin yapacaklar listesi ayrı bir yazının konusu…
Doğu-Batı arasındaki makasın iyice açıldığı bu çağda insanî olanın değer kazandığı asla söylenemez. Adına çağdaş, modern ne derseniz deyin realite hepimizin gözleri önünde.
Batı’nın bir projeksiyon gibi bütün dünyayı aydınlatma görevini üstlenmesi, diğer bütün toplumları bu ışığa (!) mahkum etmiştir.
Rönesans’tan bu yana devam edegelen insan hayatına dair her yöntem ve ideoloji bir kurtuluş reçetesi olarak sunuldu.
Ancak hiçbir “düşünce, sistem, izm” insanlığa mutluluğu veremedi. Son model demokrasiler gerçeği örtebilmek için sadece bir kılıftı.
Ne diyordu Albert Camus:
Biz, ideolojiler, hem de toptancı ideolojiler çağındayız. Bu ideolojiler, kendilerine, dar kafalarına, budalaca mantıklarına o kadar güveniyorlar ki, dünyanın esenliğini yalnız kendilerinin başa geçmesine ve başkalarının boyun eğmesine bağlı görüyorlar.
İnsanlığın içinde bulunduğu kaos, yeni değildir ama bu bir kader de değildir. Bir tarafta derin ama biçare Doğu, diğer tarafta güçlü ama yüzeysel Batı.“Asr’a yemin olsun ki insanlar hüsrandadır” hükmünün devamında istisnalar olsa da bu istisna kaideyi doğrulamak içindir. Çünkü bu dünyada 'iyi'ler her zaman hep azınlıkta kalmıştır.
Matta İncili’nde şöyle bir söz geçer:
Skandalın (kepazeliğin, fitnenin, rezaletin) ortaya çıkması zarûridir. Ama bu rezaleti ortaya çıkarmakta vesile olan kimseye yazıklar olsun.
Evet, Batı merkezci tarih anlayışına göre insanlık, karanlık çağdan altın çağa doğru ilerliyor. Oysa aksi de iddia edilebilir.Kaynak :
https://indyturk.com/node/231146/t%C3%BCrkiyeden-sesler/ve-insan-3