Müslümanlar iş ahlâkı ve disiplinini yeniden elde etmeli
Ramazan ayının şu mübarek günlerinde umre için kutsal topraklara uçuyoruz. Havada iftarımızı yaptık. Uçakta ve otelde karşılaştığımız gevşeklik ve umursamazlık, bütün Doğu ülkelerinde ve maalesef biz Müslümanlarda olan bir şey. İş ahlakı ve disiplin, Müslümanlar için yeniden elde edilmesi gereken önemli düsturlar olmalı.
Frankfurt’tan Cidde’ye bu sefer umre için gidiyoruz. Ramazan-ı Şerif’te umre yapmak hiç nasip olmamıştı. Havaalanı mescidine abdest alıp geldiğimde bir cemaat gördüm, hemen uydum. Cem’i takdim olarak öğle ve ikindi namazları beraber kılınıyordu. Öğleyi kıldık, ikindi namazına dururken yeni gelenler oldu. Ben “Şimdi biz ikindiyi kılacağız.” dedim. Onlar katılmak istemeyince imam olan kişi, dönüp “Bu mesele Hanefiler için problemdir. Siz uyabilirsiniz.” dedi. Çünkü onlar Hanefi değillerdi. Onun için imama uydular.
İmamı kravat, giyim ve kuşamından Suudlu bir görevli zannettim. Uçağa binerken gelip yanımıza oturdu. Sohbet ettik. Suriyeli imiş. Aachen’de tıp doktoru imiş. İsmi Hassan Duklah, ninesi Türk imiş. Muayenehanesinde ilk sekreteri başı örtülü bir Türk kızı olan Elif Arslan imiş... Evlenince ayrılmış. “Hastalarımın içinde Türkler çoktur.” dedi.
Uçağa binince Dr. Hassan bize “El-Müctema” dergileri verdi. “İçlerinde Türkiye ile ilgili haberler var.” dedi. Derginin birisinin kapağında “Türkiye; hasta adam... Hastalığı artıyor...” yazıyordu. Orta sayfalar da bize ayrılmıştı. Ayrı bir başlık altında “Hasta adamın dönüşü” denilmiş ve 19. asırda Avrupalı devletlerin Osmanlı’ya “Hasta adam” dedikleri hatırlatılarak şimdi de tarihi bir tekerrürle Türkiye’nin hasta adamlığa dönüşü anlatılmıştı.
İşte böyle bir havada yolumuza devam ediyorduk. İnşallah Cenab-ı Hak bu mübarek ayları, şifa bulup sapasağlam olmamıza vesile kılar...
Neyse havadayız; ama her taraf karardı. Normal olarak iftar vakti çoktan girdi; ama hâlâ bekliyoruz. Bir anons yapıldı “Yarım saat sonra iftar edilecek.” denildi. Saate bakınca anladım ki Frankfurt’un iftar saati için bekletiyorlar. Halbuki biz yolu yarıladık. Batı’dan doğuya doğru gidiyoruz. Bulunduğumuz yer esastır. Yoksa o saatte Cidde’den kalkıp Frankfurt’a gelmiş olsaydık, Cidde saatine göre mi iftar açacaktık? O zaman da güneşin batmasına bir saat daha vakit olurdu. Güneşi uçaktan seyrede seyrede oruç bozulur muydu? Bunları demek ki hiç düşünmüyorlar. Zaten seneler önce başımıza böyle bir şey gelmişti. Almanya’dan Türkiye’ye gidiyorduk. Güneşi seyrediyoruz. “İftar vakti geldi.” diye anons ettiler. Biz de “Bu İstanbul’a göre; ama biz daha Almanya’dayız ve güneşi görüyoruz, olmaz.” diye hem hostesleri hem de oruçlu yolcuları uyarmıştık.
Her neyse uçağın dışında gördüğümüz zifiri karanlıkta iftar vaktini beklemeye başladık! Bir anons daha yapıldı, “İftara beş dakika kaldı.” diye sabır üstüne sabrediyoruz.
Hostesler geldi, Ezher mezunu arkadaşımıza İngilizce ve Arapça “Tavuk mu, yoksa balık mı istiyorsun?” dedi. O da sarih bir şekilde “semek” dedi. Benim için de “semek” yani “balık” dedi. Biraz sonra baktım, bana verdikleri tavuk. Onu arkadaşım alıp, kendisine gelen balığı bana verdi. Gelen geçen hosteslere de durumu anlattı. Yemeğin sonuna doğru bir şef gelip durumu öğrendi ve hemen gitti. Arkadan tavuğu alıp üstünde balık yazan yemeği getirdiler. Arkadaşımız açtı baktı tavuk... “Neyse zaten biz işin sonuna geldik.” deyip bıraktı. Sonra aynı şef geldi ve durumu hemen anladı.
“Dursun” dememize rağmen tavuğu kavradığı gibi götürdü. Sağımız ve solumuzdakilerle hep beraber “Bakalım bu sefer ne gelecek?” diye beklemeye başladık. Biraz sonra hostes yemeği getirip bıraktı ve gitti. Arkadaşımız kapağını açınca baktık yine tavuk. Gülüşmeye başladık. Hostes tekrar geldi. Arkadaşımız, “Üç defadır hep tavuk geliyor. Halbuki ben balık diyorum. Bu neden oluyor?’’ diye sorunca ‘’Beyefendi ne yapalım, balık yok ki?!.” diye cevap verdi. Tam bir gevşeklik. Keşke bunlar olmasa... İş ahlâkı çok mühim. Bütün Doğu ülkelerinde ve maalesef biz Müslümanlarda durum bu. Gülüp geçiyoruz; ama bu her şeyi ifade ediyor...
Meselâ bir Almanya’daki iş disiplinine bir de Türkiye’dekine bakalım. Eğer biz onlar kadar dikkatli ve disiplinli çalışırsak ülkemiz cennete döner. Allah’ın çok dakik olarak yarattığı şu kainatta bir dakika hatta bir saniye hatta ve hatta bir âşire kadar işine geç kalan, işini aksatan bir şey var mı? Eğer olsa o anda sistemler birbiriyle çarpışır ve müthiş bir kıyamet kopar. Bu İlahi ciddiyet ve disiplin bize bir ders, bir ibret vermiyor mu?..
Diğer laçkalıkları unutarak yolumuza devam ederek Mekke’ye girdik. İşte alâim-i sema işaretli ve ışıklı otelimize geldik. Kâbe’ye ne kadar yakın. Pırıl pırıl pırıldayan Allah evinden bir nur almış gibi. Ama gel gör ki derdimizi görevlilere bir türlü anlatamıyoruz. Yer ayrılmış, odalarımız boş; ama olmaz. Üst yetkiliye haber vermek lâzım. Hep formaliteler karşımıza çıkıyor. “Kim adına, hangi şirket hesabına ayrıltılmış...” diyorlar. Gecenin bu saatinde yer ayırtan dostumuzu bulup getiriyoruz... Yoksa o pırıl pırıl otel elmastan bakıra doğru gözümüzde düşmeye başlamıştı. Hatta bir ara demir-kömür kelimelerini bile telaffuza başlamıştık; ama gülümseyen bir yüz geldi ve problem kökünden halloldu. Bizim de hem yüzümüz hem gözlerimiz güldü. Çünkü dediğim gibi Kâbe’ye hem çok yakın hem de çok iyi, temiz, güzel ve servisi iyi... “Daha ne isteriz?” demek çok hoş ama. Biz daha iyi bir disiplin, daha çarpıcı bir ciddiyet isteriz. Artık boş formalitelerden kurtulup dünya standartlarına göre bir seviyeye gelmemizi isteriz...
Bütün bunları kendi otokritiğimiz için yazma ihtiyacını duyuyorum. Başka bir niyetim yok. “Kimse kızmasın kendim için yazdım.” diyen gibi...
Abdulah Aymaz - Zaman 19.11.2002